Fransa’nın üstünde dolaşan İslamofobi hayaleti hız kesmeden siyaseti, toplumsal alanı ve bu popülist dalganın doğrudan muhatabı ve mağduru olan Müslümanları etkilemeye devam ediyor.
Fransa’nın üstünde dolaşan İslamofobi hayaleti hız kesmeden siyaseti, toplumsal alanı ve bu popülist dalganın doğrudan muhatabı ve mağduru olan Müslümanları etkilemeye devam ediyor. Sadece 2015 yılındaki Paris saldırılarından sonra oluşan iklime bakmak bile Fransa’da siyasetin geldiği yeri göstermeye yetiyor. Tüm Müslümanların olağan terör şüphelisi haline getirildiği bu söylemde, temelleri bir senato raporuyla 2016 yılında atılan “Fransa İslam’ı” projesi geniş bir yer kaplıyor. Fransız otoritelerine göre projenin temel amacı “İslam’ın cemaatçi ve ayrılıkçı yapısının” kırılıp, onun Fransa Cumhuriyeti değerlerine ve laiklik ilkesine uygun hale getirilmesi; fakat Müslüman bir yurttaşın gündelik hayatındaki pek çok sıradan eylem, projede fişlenmeye yetecek davranışlar olarak görülüyor.
Tüm bu baskıcı koşullar altında, Fransız Senatosu Araştırma Komisyonu’nun 7 Temmuz 2020’de yayımladığı “Radikal İslam’a Karşı Kamu Otoritesinin Alması Gereken Önlemler ve Mücadele Yöntemleri” başlıklı rapor, Fransa’da İslamofobinin kamusal alanda ve medyada normalleşmesinin ardından, bir devlet idaresi düsturu haline geldiğinin de adeta kanıtı oldu. Fransa ülkenin ikinci büyük dini olan İslam’a ve Müslümanlara güvenlik politikası penceresinden bakmayı sürdürürken fişleme, temel hak ve özgürlükleri toptancı bir anlayışla kısıtlama ve Müslümanların kamusal alanda özgür birer özne olarak yer almasının önüne geçme de siyaset maharetiyle oluşturulmuş “İslam sorunuyla” başa çıkma yöntemleri olarak geçerlik kazanıyor. İşte bu noktada, Senato’nun raporu Fransız kamu otoritelerine “tehlike potansiyeli” taşıyabilecek tüm İslami cemaat ve hareketleri izlemelerini şiddetle tavsiye ederken, bu yeni ve içkin “düşmana” karşı milli ve tek elden yönetilecek bir strateji oluşturulması gerektiğinin altı çiziliyor.
Fransa’nın son yıllarda yaşadığı İslamofobik akıl tutulmasını özetlemeye çalışacak olursak, sorunun Fransız tipi laiklik anlayışı ve Fransa’da devlet geleneği haline gelmiş göçmen topluluklara bakış açısından kaynaklandığını görmek gerekiyor. 1980’li yılların sonuna kadar birinci ve ikinci kuşak göçmenlerin, uygulanan sosyoekonomik politikalar nedeniyle ekseriyetle toplumda görünür olmayan, eğitim seviyesi düşük bireylerden oluşması, Fransa’nın göçmen politikaları sorununu hasıraltı edebiliyordu.
İki bölümden oluşan raporun ilk kısmında “ayrılıkçı İslam”, “cemaatleşme”, “radikalizm” gibi kavramlar etrafında, Fransa’da İslamcılığın kökeni, gelişim süreci, yöntem ve stratejileri, yer yer paranoyaya varan bir üslupla inceleniyor. Rapor, söylemiyle, Fransa İçişleri Bakanı Christophe Castaner’in 2019 yılında başörtüsünü, sakal bırakmayı, oruç tutmayı ve camiye gitmeyi emniyet birimleri tarafından izlenmek için yeterli kriterler olarak ilan etmesini teorik alanda tamamlayarak İslamofobinin Fransız kamu otoritesinin temel motivasyonlardan biri olduğunu, gerçeküstü bir toplumsal düzlemden konuşan Fransız kamuoyuna “müjdeliyor”.
İçi her siyasi konjonktürde farklı şekilde doldurulabilecek “Cumhuriyet değerleri”, Müslümanları ötekileştirip Fransız toplumunun kenarına itmeye yönelik raporun altını pek dolduramasa da sıklıkla araçsallaştırılan kavramlardan biri. Açılması yasal olan helal marketler, içki satılmayan dükkânlar, Kur’an kursları bu değerler sistemi içinde “ayrılıkçılığın” resmî emareleri sayılıyor.
Raporun “Çocukların ve Gençlerin Korunması” başlığına sahip ikinci bölümünde, laik değerlerin spor faaliyetlerinden üniversitelere kadar geniş bir alanda yeni nesillere aktarılmasının gerekliliği vurgulanıyor. Millî Eğitim Bakanlığı’nın potansiyel tehlike oluşturacak her durum hakkında geniş bir bilgi ağına ve artırılmış yetkilere sahip olması zaruri addedilirken, oluşturulan bu fişlemeci idare mantığı doğrultusunda, Müslümanlar ancak İslam’dan “arındırıldıkları” takdirde eşit yurttaş olabilecek bir topluluk konumuna itiliyor. Bu büyük ve ironik baskının maskelenmesi için de “Fransa İslam’ı” kavramı, amaçlanan dışlamacı ve yabancı düşmanlığıyla yoğrulmuş temel siyasi gayeyi saklamak için kullanılıyor. “Fransa İslam’ı” neyi içerdiğinden çok neleri içermediğiyle kaim bir proje olduğundan, ortaya çıkan bütünün Müslümanların kahir ekseriyetini kapsadığını düşünmek de dolayısıyla imkânsız.
2018-2020 yılları arasında İslami ayrımcılıkla mücadele için belirlenen 15 pilot bölgede kapatılan 152 kafe, 15 mescit, 12 kültür merkezi ve 4 okul da sayı olarak raportörler ve senatörler için yeterli değil. Devlet işleyişi içinde modernize edilmiş ve söylemleri süslü kavramlarla bezenmiş bu “cadı avı”, sorunların toplumsal mutabakatla tartışılması gerektiğini, modern toplumlardaki “öteki” ve “yabancı” sorunsalının çözülmesinin tek yolunun ötekileştirileni tanımaktan geçtiğini görmezden geliyor. Kolluk kuvvetlerinin yetkisinin artırılması, 1905’te getirilen laiklik yasasının İslam dini baz alınarak yeniden düzenlenmesi ve anayasal hakların kısıtlanmasının hukuki yollarının açılması gibi öneriler, güvenlikçi ve baskıcı bir Fransa’ya doğru hızlı bir geçiş yapıldığının habercileri.
Üniversitelerdeki durum ise daha katı bir tutumla ele alınıyor ve tüm Müslüman öğrencileri, sadece kimliklerinden dolayı bile zan altında bırakacak şu soruya yanıt aranıyor: “Üniversiteler tebliğ ve dini bölücülük mekanlarına mı dönüşüyor?” İşte tam da bu noktada, Fransa’da siyasetin Müslümanları sürüklediği bir diğer açmazla karşı karşıya gelmiş oluyoruz; zira hâkim devlet dili Müslümanlara topluma uyumlu olmalarını salık verirken, Fransız eğitim sistemi içinde lisans ve lisansüstü seviyelere gelmiş, yani içinde yaşadıkları toplumla kendi kimliklerinden ödün vermeden kaynaşmış ve ona değer katan Müslüman öğrenciler, her daim “gizli bir ajandası olan” ve dolayısıyla titizlikle incelenmesi gereken kişiler olarak kabul ediliyorlar. 2018 yılında başörtülü öğrenci Maryam Pougetoux’nun okuduğu üniversitenin öğrenci sendikası başkanlığına seçilmesinin medyada doğurduğu infial, dönemin İçişleri Bakanı Gerard Colomb’un öğrencinin başörtüsüyle sendika başkanı seçilmesini “skandal” olarak nitelendirmesi, raporun yazıldığı toplumsal ve siyasal atmosfere dair bizim için küçük ama epey önemli bir örnek teşkil ediyor. Öğrencilere, suni ve dolayısıyla sürekli değiştirilebilir bir kavram olan “Fransız kamu düzenini” bozmadıkları müddetçe özgür oldukları hatırlatılırken, raporun bu düzeni bozduğunu söyleyerek endişeyle izlediği faaliyetleri ise Cuma namazına gitmek, başörtüsü takmak, Kur’an okumak gibi İslami hayatın en temel saikleri oluşturuyor.
Senato raporunun kamu otoritelerine sunduğu 44 temel önerinin içinde, dernek kapatmanın kolaylaştırılması, yerel yönetimlerin bölgelerinde yaşayan Müslüman nüfusun davranışlarını izleyebilmesi için yetkilerinin artırılması, kamu güvenliği için makbul olmayan dini pratiklerin belirlenmesi, yabancı devletlerle imzalanan ve Fransa’ya din adamlarının gönderilmesini ve bu kişilerin gönderen devletlerce eğitilmesini sağlayan ikili anlaşmaların iptali yahut yenilenmemesi gibi Müslümanların yaşamını doğrudan etkileyen ve onların üzerindeki kamuoyu ve devlet baskısını artıracak maddeler var.
Türkiye’nin yurtdışında yaşayan vatandaşlarına din hizmetleri sunabilmesi amacıyla kurulan ve bulunduğu pek çok ülkede kitlelerin köktenci yahut manipülatif dini yapıların hedef kitlesi haline gelmesine karşı engel vazifesi gören Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) de raporun hedef gösterdiği kurumlar arasında yer alıyor ve “Türk-İslam sentezi, yurt dışında yayılma amacı taşıyan, cemaatçi, Fransa’nın içişlerine karışmaya teşne bir aşırılık” kisvesi altında resmediliyor. Devlet izniyle kurulan dernekler, camiler ve özel liseler birer “terör ve ayrılıkçılık odağı” olarak mimlenerek aynı zamanda toplumsal nefretin olası hedefleri olarak ortaya atılıyor.
2018-2020 yılları arasında İslami ayrımcılıkla mücadele için belirlenen 15 pilot bölgede kapatılan 152 kafe, 15 mescit, 12 kültür merkezi ve 4 okul da sayı olarak raportörler ve senatörler için yeterli değil. Devlet işleyişi içinde modernize edilmiş ve söylemleri süslü kavramlarla bezenmiş bu “cadı avı”, sorunların toplumsal mutabakatla tartışılması gerektiğini, modern toplumlardaki “öteki” ve “yabancı” sorunsalının çözülmesinin tek yolunun ötekileştirileni tanımaktan geçtiğini görmezden geliyor. Kolluk kuvvetlerinin yetkisinin artırılması, 1905’te getirilen laiklik yasasının İslam dini baz alınarak yeniden düzenlenmesi ve anayasal hakların kısıtlanmasının hukuki yollarının açılması gibi öneriler, güvenlikçi ve baskıcı bir Fransa’ya doğru hızlı bir geçiş yapıldığının habercileri.
Sadece 2015 yılındaki Paris saldırılarından sonra oluşan iklime bakmak bile Fransa’da siyasetin geldiği yeri göstermeye yetiyor. Tüm Müslümanların olağan terör şüphelisi haline getirildiği bu söylemde, temelleri bir senato raporuyla 2016 yılında atılan “Fransa İslam’ı” projesi geniş bir yer kaplıyor. Fransız otoritelerine göre projenin temel amacı “İslam’ın cemaatçi ve ayrılıkçı yapısının” kırılıp, onun Fransa Cumhuriyeti değerlerine ve laiklik ilkesine uygun hale getirilmesi; fakat Müslüman bir yurttaşın gündelik hayatındaki pek çok sıradan eylem, projede fişlenmeye yetecek davranışlar olarak görülüyor.
Fransa’nın son yıllarda yaşadığı İslamofobik akıl tutulmasını özetlemeye çalışacak olursak, sorunun Fransız tipi laiklik anlayışı ve Fransa’da devlet geleneği haline gelmiş göçmen topluluklara bakış açısından kaynaklandığını görmek gerekiyor. 1980’li yılların sonuna kadar birinci ve ikinci kuşak göçmenlerin, uygulanan sosyoekonomik politikalar nedeniyle ekseriyetle toplumda görünür olmayan, eğitim seviyesi düşük bireylerden oluşması, Fransa’nın göçmen politikaları sorununu hasıraltı edebiliyordu. Banliyölerde ucuz işgücünden yararlanılan bu neslin dini aidiyeti, konuşan ve eyleyen birer “özne” olmadıkları için bir sorun olarak görülmüyor, göçmenler kapalı gruplar halinde yaşıyordu. Lakin Fransa’da doğup büyümüş, Fransız eğitim sistemi içinde yetişmiş üçüncü ve dördüncü nesillerin uygulanmakta olan toplumsal ve devlet kaynaklı eşitsizlikleri görmesi ve sesi daha gür çıkan özneler haline dönüşmesiyle, Fransa nihayet kendi politikalarının oluşturduğu sorunla karşı karşıya geldi. Sosyal politikaların yetersizliği ve ekonomik eşitsizlikler sonucunda (ünlü Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı) “kültürel sermayeden” yoksun olan bu yeni ve yetişmiş nesil, toplumsal alanda daha etkin olmak, herkesin eşit, bazılarının ise “daha eşit” olduğu Fransız toplum yapısını dönüştürmek istiyor. Bu durum ise toplumsal yapının azınlıkların hakları lehine dönüşmesini gerektirdiğinden, Fransa, sömürge döneminden kalan devlet hafızasını devreye sokarak sorunu kendinden uzaklaştırmak, ekonomik, siyasi ve tarihi problemlerin üstünü örterek mevzuyu İslam’ın tartışıldığı teolojik bir düzleme çekmeye çalışıyor. Fransa’da Müslüman nüfus, bu ahval altında sürekli artan siyasi baskıya, mesnetsiz ve düşmanca öngörülere karşı kendini otoritelere sürekli kanıtlamak zorunda olan, masumluğu kanıtlanana kadar suçlu görülen bir topluluğa dönüştürülüyor.
Fransız tipi laiklik, çokça duyduğumuz, bu coğrafyada da yaşanan hak ve özgürlük ihlallerinin ardındaki soğuk ve sevimsiz bir kavramdı. Fransa’da yaşanan son gelişmeler artık yeni bir kavramı daha literatüre eklemeyi gerektiriyor: Fransız tipi 28 Şubat.